Tarihçi Nesnel Olabilir mi?
Tarihçi, bilimsel bir açıyla yaklaştığımızda tabi ki de nesnel olmalıdır: Sonuçta bir tarihçinin içinde bulunduğu tarihi dönem ile ilgili olayları yazı olarak kağıda döküp yayınlaması biz tarih meraklılarının geçmişe dair karanlıkta ışığı bulması için önemli bir araç-gereç (kaynak) haline gelir. Bu dediğimi destekleyen bilimsel bir akım, bir ideoloji de vardır zaten: Pozivitizm (Tarih Anlayışı). Bu akım Batı Avrupa’da çıktığı 19. Yüzyıldan bugüne kadar tarih araştırmalarında objektif bilimsel bilgiye ulaşmanın mümkün olabileceğini ve özellikle tarih kaynaklarının da objektif olarak yazılması ve okura bu şekilde sunulması gerektiğini savunuyor. Pozitivizm’e (Tarih Anlayışı) göre tarihsel bilgi değeri taşıyan her kaynak ve döküman belirli bilimsel teknikler kullanılarak obejektif bir biçimde hazırlanmalıdır; ayrıca bedeli ne olursa olsun bütün tarihi araç-gereçler gün yüzüne çıkarılmalı, hepsi incelenmeli ve objektif olarak yeniden hazırlanmalıdır. Bütün bu işlemlerin sonucunda da tüm tarihi bilgiler tamamlanmış ve tarih de tamamen biliniyor olacaktır. Ne kadar doğru bilemeyiz tabi ki; her ideolojide olduğu gibi bununda bir hata payı vardır elbette.
Tarihçi ve nesnellik ilişkisini bilimsel yönü ile konuştuk. Şimdi de çeşitli akımlar ve ideolojilerden uzak bir şekilde konu ile alakalı bütün gerçekliği gün yüzüne çıkaralım ve eleştirimizi bir de böyle gerçekleştirelim: Tarihçileri sembolleştirecek olursak hazırladıkları kaynaklar ile geçmiş ve bugün arasında bir köprü görevi görürler. Biz geçmiş hakkında bilgi sahibi olmak sitediğimiz zaman da bu köprüyü kullanırız. Ancak, bu köprünün sağlamlığı tarihçilerin kaynaklarını hazırlarken ne kadar objektif olduklarına bağlıdır. Peki, köprünün sağlamlık oranına %100 diyebilir miyiz? Kesinlikle hayır! Çünkü ideolojilerin olmaması orada duyguların varlığını gösterir ve duygulara bağlı olarak hazırlanan bir tarihi kaynaktan da %100 objektiflik bekleyemeyiz.
Tarihçinin nesnel olmasındaki engellerden bir tanesi hakkında (duyguların kontrolü) konuştuk. Şimdi de tarihçilerin bakış açılarından bahsedeceğiz: Bu konu ile ilgili ünlü bir örnek vardır “Bir gün köyün birisine bir fil getirilmiş ve karanlık bir ahıra kapatılmış. Sonrasında ise köy halkından sırası ile karanlık ahıra girip fili tanımlamaları istenmiş ve ahırdan çıkan her kişinin de günü sonunda sadece bir fil için yaptığı tanımlama farklıymış.” Görüldüğü üzere bakış açıları insanların parmak izlerine benzer yani her insanın bakış açısı bir diğerinden farklıdır aynı parmak izlerimizde olduğu gibi… Bu konu için son bir örnek vermek istiyorum (kişilerin bakış açılarının farklı olması herkes tarafından benimsenmiş olmalı ki alıntı dolup taşıyor her yer): Kitapta* der ki: “bir kentin on yıllık yaşantısı hiçbir şey atlanmadan anlatılmaya çalışılırsa, bunun için en azından on yıllık süreye ihtiyaç vardır. Kaldı ki, kentin her mahalleden, her konuttan, her yurttaşın bulunduğu pencereden görünümü de farklıdır… ”
Yazının kapanış kısmına gelecek olursak: Bilimsel olarak pozitivizm diye adlandırılan bir akım tarihi bilgi değeri taşıyan kaynaklarda objektifliğin olması gerektiğini savunur. Ancak ideolojileri ve akımları bir kenara bırakırsak bunun hiç de göründüğü kadar kolay olmadığını anlarız çünkü önümüzde –en azından bu yazıda bahsettiğim- iki büyük engel vardır: duygular ve bakış açıları.
Biz tarih severler olarak tarihi kaynaklardaki subjektifliğin farkında olmalı ve en azından bunu daha adaletli ve düzenli aktaran (birnevi ehvenişer diyebileceğimiz) tarihçilere güvenmeliyiz. “Tarihten önce tarihçiyi inceleyiniz…” *